15 Tem Gümüş Saçlı Adamın Kadehi; TEMMUZ2020.
Once a wInemaker always a wInemaker
Yol Almanın adabıdır; önce menzil; varılacak yer, belirlenir, sonra da menzile ulaşmak için alternatif rotalar. Alternatif rotalar arasından en kısa, en zahmetsiz, tercihen en keyiflisi tutulur.
Yıllar önce, emek emek çalışıp okumaya hak kazandığım bölümün geniş koridorlarına bakan dersliklere karşı, bilindik radyatörün üzerine tüner vaziyette aklımdan geçen, en az dört yıl sürecek bu yolculuğun varacağı yerdi. Kanımın deliliği, rutine duyduğum tiksinti, mekanik olmama gayreti bir araya geldiğinde menzil puslu da olsa görülmüştü; kendine ait bir kültürü olan, bir şeyler üretme hazzının romantizm ile harmanlanabileceği bir iş, şarapçılık olmalıydı yolun sonunda. “Şarapçı, ama bildiğiniz köprü altı şarapçısı değil diye tanıtırım kendimi” demiştim…. Gençlik işte….
Alternatif rotaları belirlemek zor değildi artık. Mezun olunacak ama şarap üretimi hakkında donanım da kazanılmış olunacaktı. Derslere seçerek çalışılacaktı, işime yarayacak dersler en iyi şekilde öğrenilecek, diğerlerinde geçer not alınacaktı. Bölümün arkasındaki pilot tesisin şarap üretim kısmına sızılacak, orada vakit geçirilecekti. Sırtladım çıkınımı düştüm yola.
Yol düşündüğümden zahmetli çıktı. Özel hayatımda, ailemde bir yığın saçmalıkla uğraştım. Çok güzel aşık oldum, kafamda karakterler yaratıp yazılarda onlarla konuştum, anılar biriktirdim. Yolculuk süresince adımlarım, ilk başta planladığım kadar sağlam olmadı ama bitti yol.
Önümde bir yol ayrımı vardı artık; akademik kariyer ve üretim. Akademik kariyer belirli fedakarlıklar gerektiriyordu ve benim finansal durumum sebebi ile bu fedakarlıkları yapabilme lüksüm yokmuş, üretime yöneldim. Çok geçmeden öğrendim ki üretimi seçebilme lüksüm de yokmuş. Kaçıp durduğum, takım elbise, temiz tıraş, sahte gülümseme üçlüsünün elindeydim artık, pasaportumu ele geçirmiş, gitmeme izin vermiyorlardı. Günlük nafakamı çıkarmak adına rastgele işlere girip çıkıyor, göçebe yaşıyordum, ne güzel günlermiş onlar. Çerkezköy’de, bir fabrikanın yemekhanesinde yöneticilik yaparken, her fırsatta telefonla taciz ettiğim hocam bir ışık yaktı. Orta Anadolu’da samimi bir ailenin şarap fabrikasında çalışmam için beni tavsiye etmiş, patronlar çömez bir şarapçı olduğumu biliyor ve yetiştirmeyi göze alıyorlarmış. İki gün sonra, takım elbisem ve temiz tıraşımla Ürgüp’te o şarap fabrikasının önündeydim, gülümsemem gerçekti. “Ne zaman başlarsın?” dediler, “hemen” dedim.
Fabrikada herkes şahsına münhasır. İşletme sahibi baba- oğul, kibar, anlayışlı adamlar. Baba, oğluna devrettiğini söylüyor işletmeyi ama ne hikmetse hep orada, gözleri ile talimat veriyor. İlk günümde baba patronun göz alfabesini öğrendim. Oğul patron 30’lu yaşlarının başında, ele avuca sığmaz, patron olduğunun sonuna kadar farkında, yakışıklı sayılabilecek bir adam. küçük kasaba yaşantısında rakip olacak bana. Cebi bu kadar dolgun olmasa rekabet benden yana ya, sanırım onun yüzünden erken evlendim. Kıdemli mühendis pek memnun değil beni gördüğüne, sağlam dost olacağız ilerde, iş hayatında acemilikle alacağım bir iki yanlış karar onun canını yakacak ama aradan yirmi yıl geçtiğinde telefonumda hala “ustam” olarak kayıtlı olacak. Ustabaşı, nam-ı diğer “çavuş”, fabrikanın muhtarı, ihtiyar heyeti, her şeyi, o da öğretmenim olacak. Onun referansı sayesinde iş teklifleri için çalacak telefonlarım üç-beş yıl sonra. İşçileri ayrı ayrı anlatmaya kalksam, yüzüklerin efendisine döner yazı.
Artık kendimi, şarapçı, ama köprü altı şarapçısı değil diye tanıtabiliyordum. Okul yıllarında hazırlığını yaptığım hedefimin uygulama kısmına henüz başlamıştım nihayet. Uygulama kısmı başka bir deryaymış. Aklımda okulda bana verilen eğitim vardı. Tecrübeli hocalarımın sohbet aralarında verdiği değişik mottolar; “yapamadığın işi çalışanına verme”, “ hata yapmak başka bir şey, tekrarlamak bambaşka”, “hat mühendisinin kapı ardında bavulu hazır olmalı” vesaire. Üretim yapmaktan, son derece memnundum. Planlama yapıyor, üzümü işliyor, gelişimi takip edip final ürünün beğenildiğini gözlerimizle görüyor, damağımızla hissediyorduk.
Usta ile teknoloji çalıştık, otomasyonu çözümledik, iş gücünün idaresi konularında yer yer çatışmalı çalıştık. Elimde dirgenle sap, kürekle cibre atarken, “bunlar senin vazifen değil” derdi bana, ben “ yapamadığım işi çalışanıma vermem” diye cevaplardım. Tat kovalamayı, ayrımsamayı, ifade etmeyi öğretti bana. Çavuş, personeli tanımayı, yeri geldiğinde ağzını bozmayı, gülümseyerek küfretmeyi, personele işi, kendi işleriymiş gibi benimsetmeyi, onların küçük tuzaklarını öngörüp akıllı manevralarla saygıyı ayakta tutmayı öğretti. Patronlar da geri kalan her şeyi.
Usta, Ağustos sonu gibi başlayan, yaklaşık 45-50 gün süren bağ bozumu sürecine “kampanya” derdi. Biri Usta’lı, 3 kampanya yaşadım orada. Çömez şarapçıydım daha, meğer meslekte çömezlik ömür boyu sürermiş, boş yere dertlenmişim çömezliğimle
Seneler geçti. Kafam ellerimin arasında kara kara düşünür buldum kendimi. İş hayatımda amaçlarıma kısmen ulaşmanın tatminini yaşamıştım. Yeni evliydim. Celp kağıdı vardı önümde, askere çağırılıyordum, borç, ödenecekti. Patronlar, askerliğimi yapmamış olduğum için yarı ücretle çalıştığımı, dönünce ihya olacağımı söylüyorlardı ya ancak oruçsuz iftar vakti kadar samimiydiler. Yine yıllar önceki, emek emek çalışıp okumaya hak kazandığım bölümün geniş koridorlarına bakan dersliklere karşı, bilindik radyatörün üzerine tüneyen delikanlıydım. Bu sefer, “once a winemaker, always a winemaker” diyordu kafamın içindeki ses. Üretimde çalışmayacaktım artık, asker dönüşü, patronla yüz-yüze olmayacağım, sadece işimi yapıp, sakin sakin keyfimce yaşayacağım bir iş bulacaktım kendime. Elime kadehi aldığımda kadehle sohbet adabını biliyordum artık… o zamanlar bu kadar zor değildi, gitmek zorunda olmayanların gitmediği yerlerde görev yapmak pahasına devlet memuru oldum..
Aradan yirmi yıl geçti. Şarap, yerini rakıya bıraktı, rakı içmek babadan yadigar, ama hala kendimi tanıtırken “Şarapçı, ama bildiğiniz köprü altı şarapçısı değil” diyorum. Tatile çıktığımda, yakınlardan geçiyorsam muhakkak ikinci üniversitem olarak bellediğim şarap fabrikasına uğruyorum, hatta kent merkezindeki pastanede hala “mühendis bey” olarak karşılanıyorum. Ve birisinin şarap hakkında konuştuğunu duysam, sohbete dilimle, olmazsa kulaklarımla dahil oluyorum. Sonuçta, once a winemaker always a winemaker.
Görsel: Arcadia Bağcılık ve Şarapçılık Mahzeninden
Gümüş Saçlı adam kimdir?
Yaşını soran küçük bir çocuğuna,” hangisini soruyorsun? Üç tip yaşı vardır insanın; beden yaşı, 40larda sona yakın, zeka yaşı, yer yer seninle yaşıtız, yer yer büyükbabanla, ruh yaşı, binlerle ifade ediliyor.” cevabını veren yaşam formudur kendileri. Kömür karası saçları, kül grisine dönerken, şizofren konuşmalarını, farklı olduğunu sandığı yaşam algısını, eşsiz addettiği hayatını, sözlü müdahalelere imkan vermeyecek tek ifade biçimi, yazı ile aktarmayı akıl etmiştir. Bu çabası sırasında saçları kömür karalığından kül griliğine dönmeyi tamamlamış, hatta gümüş rengini almış olduğu için Gümüş Saçlı Adam ismini kendisine hak görmüştür.
Deneme türüne neden deneme denildiğinin yaşayan kanıtıdır. Şiir, roman, öykü, kısa öykü, daha kısa ve en kısa öykü yazmayı deneyip başaramamıştır. Bu satırları yazarken dahi “tevazu etme inanırlar” ikilemine kapılacak kadar kendini beğenmiştir.
Mühendislik formasyonu ile ve Rindliğiyle çok övünür. Hayatın çok da ciddiye alınmaması gerektiğine inanmasına rağmen sıklıkla, incir çekirdeğini doldurmayacak mevzular üzerine kafa patlatıp kara kara düşünürken yakalanmıştır.
Yayınlanmamış yazıları, kendi sayıları kadar, yayınlanmışlardan üstündür. Arada bir kelime cümle, imla hataları yapsa da ölümcül samimiyeti ile sevilesidir.
Üzgünüz, yorum formu şu anda kapalıdır.